Özgürlüğünü geri kazanmaya çalışan bir adamın gerçek hikayesi.

"Görünüşüm için özür dilerim."

12 Yıllık Esaret, Amerika Birleşik Devletleri'nde köleliğe dair anlatılan ilk film değil belki ama en dikkat çekici filmlerden biri. Amerika sinemasının üzerinde uzun zamandır uğraştığı, tarihinde yaşananların üzerini örtme çabalarına defalarca şahit olduk. Ama kameraların cesur birkaç azınlığın eline geçtiğinde daha farklı bir anlatım sunması, şüphesiz kimilerinin hoşuna gitmediği gibi kimilerine de iyi hissettiriyor. Bu tür riskli ve ırkçılık kokan çalışmalar beraberinde "Kim Haklı?" sorusunu sorduruyor: Kim doğruyu söylüyor?

John Ridley  tarafından yazılan ve Steve McQueen tarafından yönetilen bu film, 1841'de Washington sokaklarında özgür hayatından koparılan ve beyaz ailelere satılan bir Afro-Amerikalının, özgür bir adam olarak yasal haklara sahip Süleyman Northop'un gerçek hikayesini anlatır. Kırsalın ve kentin görkemli tasvirlerini eşeledikçe altından çıkanların hiç de öyle olmadığını ve yönetimin babacan tavırları ile merhametin yaratmış olduğu suistimalin bir öfke zemini yarattığını görürüz. Bilinen geleneksel aile ve toplum kalıbının oluşturulmaya çalışıldığı bu gerilimli yıllarda, tuhaf bir derinliğe sahip gerçek bir Amerika hikayesidir.

Öykü, daha önce köleleştirilmiş ve şeker tarlasına çalışması için gönderilmiş Süleyman ile açılır. Bir dizi geri dönüşler hikayeyi daha erken bir tarihe kaydırır. Süleyman, karısı ve çocukları ile birlikte New York'ta yaşamaktadır. Tanıştığı iki beyaz adamın, yakınlarda açılacak bir sirkte keman çalacak birini aradıklarını ve bu işi kabul edip edemeyeceğini sormaları üzerine Süleyman bu yeni işi kabul eder. Gece üçü bu durumu kutlamak için Washington'ın arka sokaklarında bulunan bir barda, birkaç kadeh içip yemek yemeye karar verirler. Siparişler verilmiş, boşlar götürülmüştür. Müzik ve sınırsız alkol sonrası ertesi sabah uyanan Süleyman ümitsiz bir insanın bakışlarına sahip, elleri ve ayakları demir kelepçelerle zincirlenmiş halde evinden kilometrelerce uzakta kapalı bir odadadır ve sesini kimse duyamaz. Artık yeni tanıştığı beyazlarla birlikte satılık bir köle olduğunu keşfeder. O, artık yasaların kabul gördüğü bir "işçidir."

"Hangi durumda olursan ol, sen bir zencisin."

Bu çaresiz bir yol ve sizleri hemen hemen içsel bir güçle ele geçiren bir hikaye. Ama yönetmen her şeyi o kadar akıcı, sade ve verimli bir şekilde hareket ettiriyor ki Süleyman hakkında endişelenmekle meşgul olamıyoruz. Onu şık elbiselerle keman çalarken, ardından kirli tulumuyla şeker toplarken ve sonrasında anadan üryan şekilde sahibinden kırbaç yerken izliyoruz. Ve film, ortaya çıkardığı duygu ve fikirlerin ışığı altında hikayenin uzun süre akıllarda kalmasını sağlıyor ve yaşananları sorgulamamıza neden oluyor. Yönetmen bir eliyle işaret edermiş gibi gerçekte yaşananları tartışıyor ve sizleri bu tartışmanın içine çekerek koltuklarınızda meraklı bir halde tutmak istiyor. Sizi zorlamıyor, beyaz-siyah arasında medeni bir şekilde geçen tartışmada bir yorum yapmanızı sağlıyor. Hikayede gözümüze çarpan başka bir şey daha var: Bu film, beyaz egemenliğine karşı halkı temsilen bir adamın, bir "siyah"ın, bir "kölenin" hikayesidir. Ve özünde siyahiler için gurur kırıcı geçmişlerini, kendilerine has kurumların yanı sıra Amerika tarihinin geçmişini ve bugününü temsil ediyor. Yine de bu film, bir birey olan "Süleyman"ın  "Ben hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum," dediği gerçek bir hayat hikayesidir.

Bu İçeriğe Tepki Ver (en fazla 3 tepki)

Facebook Yorumları