Yönetmen Ahmet Uluçay'ın sinema yolculuğu imkânsızlığın içindeki imkânın keşfidir bir bakıma. Filmleri, çocukluğun bakir, kural tanımaz, hayalbaz iklimine bir yolculuk vaadidir.

Bir fikir, bir çekiç, bir testere yeter. Bir fikir, önce bir fikir...

Karpuz kabuğundan gemiye bineseen çabık ineesin.

Artık genç bir erkek olan Recep, günlerini meyve tezgahının başında geçirmektedir. Arkadaşlarıyla filmler hakkında konuşmakta ve boş zamanlarda Mehmet ile birlikte projeksiyon makinesi tasarlamaya çalışmaktadır. Bir gün icat ettikleri makine sayesinde hayatlarında önemli bir yeri olan sinema tutkuları gerçekleşecektir.

Türk sinemasının 90'larda birkaç 'Auteur' aracılığıyla yaşadığı patlama, yeniden doğuşun kuluçka dönemiydi. Bir film yapmak ve hedefe ulaşmak çok zordu. Dijital kameraların maliyeti nedeniyle film üretiminde bir patlama yaşanmadı. Bu dönemin başında, deneyimsiz yönetmenlere ve vasat bütçelere rağmen şaşırtıcı bir olgunluğa sahip bir film yapıldı. Ahmet Uluçay bunu kısıtlı bütçesine rağmen başardı.

Altmışlı yılların sonunda bir kasabada, kasaba ve köy arasındaki yolda ve çocukların yola çıktıkları, sinema hayallerini gerçekleştirmeye çalıştıkları köyde geçiyor. Filmde karşılaştığımız taşra atmosferinin ya da köy ve kasabanın belli bir zamana ya da döneme ait olduğunu söylemek zor. Ustalar ve çıraklar, iki arkadaş, iki kardeş, anne ve oğul, anne ve kızları arasındaki insan ilişkileri ve ilk aşka dair gözlemler, imgeler öylesine yoğun ve öylesine insancıl ki.

Film, iki yakın arkadaş olan Recep ve Mahmut'un kasabada çıraklık yaptıkları yaz tatilinde başından geçenleri anlatıyor. Kısa öykülerin bir zaman diliminde birbirine bağlandığını gördüğümüz küçük Film, kahraman çocukların bu süreçte yaşadıklarını gerçekçi ve muzip bir biçimde bizlere aktarıyor.

Bu İçeriğe Tepki Ver (en fazla 3 tepki)

Facebook Yorumları